27 Haziran 2012 Çarşamba

Bin Sütunlu İrem Şehri

Bin Sütunlu İrem Şehri... Çöl'ün incisi... Saatlerce yol alsan da ulaşamazsın oraya, çünkü Sütunların Şehri'ne ancak Kadim Yollar'dan ulaşılır. Bu uğurda nice efsane avcısı helak olmuştur, nicesi kendine bahşedilmiş dünyevi aklını kaybetmiş ve oradan oraya savrulmuştur. Hyperborea'lıların rüyalarından eksik olmaz bu İlk Şehir - Kadim Olanlar, Kadim İsimleri ile yarattılar orayı - güneyde Jericho denen ilk yahudi krallığı vardır ama çok uzakta - yine de binlerce yıl sonra kuruldu orası. İrem Şehri ise Yıldız Tohumları tarafından kuruldu - atalarını bu dünyada layığı ile karşılayıp onlara kurbanlar sunabilmek için. Bir defa gitmiştim oraya; şimdiki gibi yerle bir değildi. Sütunlar - hem de boyları 20 insandan daha yüksek sütunlar üzerinde göğün sınırına dek yükselirdi o şehir. Derler ki Kadim Olanlar'dan ilk Nggothua ile Hastur gelmiştir İrem Şehri'ne. Yeni ayın çıktığı ilk geceden dolunayın son gecesine kadar tapındı onlara şehrin sakinleri - yolculuk o kadar sürüyordu dünyamıza - ve ayın önünden geçtiğinde o koca kara gölge, tepelerinde ışığın tümünü yutan azametleriyle belirmiş Kadim Olanlar. İrem Şehri'nin göz alabildiğine uzanan ufkunda selamlamışlar bu yeni dünyayı. İnsanlığın asla bilemeyeceği sırlarla donatmışlar şehrin dört bir yanını. Ama derler ki sırlar zehirlidir - ve çölün zehirleri ancak açar gözlerimizi bu devasa şehrin gizemlerine. Derin, çok derin bir gölün kenarındadır şehir; suları kapkaradır üzerinde hiçbir ışık parıldamaz. İçinde yaşamaz bu dünyadan olan hiçbir canlı. Gözlerini Kadim Olanlar'ın, Tanrılar'ın ışığına aç yolcu; çünkü yalnız onların gizemi parıldar bu topraklarda...

14 Ağustos 2011 Pazar

ters giden bir şeyler var...

evet ters giden bir şeyler var...

ne olduğunun farkına tam anlamıyla varamadım belki ama ters giden bir şeyler olduğunu hissedebiliyorum - eminim siz de hissediyorsunuz ama dile getirmekte zorlanıyorsunuz. eminim siz de her geçen sabah uyandığınızda bir önceki sabahtan daha farklı bir çevre ile karşılaşıyorsunuz ve kendi kendinize şöyle diyorsunuz: "ne oluyor böyle?" ama hiçbir şey yapamıyorsunuz ve devam ediyorsunuz. biliyorsunuz ki dört duvar arasında da olsanız, uçsuz bucaksız çayırlara da çıkıp koşsanız, bir yerde durmanız gerekecek çünkü biliyorsunuz ki zaman bildiğiniz zaman değil, mekan bildiğiniz mekan değil. gittikçe daha da yabancılaşıyorsunuz etrafa; her geçen an kendi içinize çöküyorsunuz.

kara delik gibi...

tabii her şey "kütleye" bağlı...

önce beyaz "cüce", kütle el verirse "nötron" yıldızı ve daha da yeterse "kara delik". öyle ki olay ufkunu geçtikten sonrası sadece mutlak bir "tekillik"; orada ne zaman var ne mekan - tek ve yalnız bir nokta o kadar - ama bizler teorik olarak da şanslı değiliz kara delikler kadar çünkü diğer bir paralel evren de yok açılabileceğimiz, kendimizden kurtulabileceğimiz ve varlığımızın farkına varabileceğimiz. hepiniz yalnızsınız ama farkında değilsiniz işte. evren genişliyor siz "daralıyorsunuz" ve yapılabilecek hiçbir şey yok. aslında buradan bakınca ters giden bir şey yok gibi gözüküyor değil mi?

öyleyse neden bir şey yapamıyorsunuz?

neden?

çünkü her şey sizin istediğiniz gibi değil, siz "her şeyin" istediği gibisiniz.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Belki...

Referandum çılgınlığının giderek artan popülizm
trendinde (!) (ne cümle kurdum ha; Ertuğrul Özkök
görse göz yaşlarını tutamaz eminim), aklımıza
gelmeyen bir ihtimali hatırlamak lazımdır.

Sandıktan çıkacak "şey" siyah ya da beyaz olarak
nitelendirilecek bir şey ise referandum
gerçek anlamda "patlayacak"tır. Hem de öyle
bir yerimizde patlayacak ki, FB-GS maçlarından
sonra ortaya çıkan enkaz görüntülerini mum ile
aratacaktır bize. Zira takım tutar gibi partizanlık
yapmakta Türk Milleti.

Diyeceksiniz ki; "e eskiden farklı mıydı sanki?"...

Farklılığı, siyasetin üslubundaydı belki de ama,
halk oylaması üzerinden siyaset yapmak vatana
en büyük ihanettir benim gözümde.

Şunca senedir milletimin burnunun pislikten
kurtulamamasının sebebini kargaya yükleyerek
kaçış edebiyatına soyunan yurttaşlarımın en
büyük eksikliği; "evet" ya da "hayır" ı bir
kenara bırakıp şu tek ve sihirli sözcüğü
söyleyememesindendir:

"Belki..."

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Kendilerine İş Arayanlar

Onlara her yerde rastlayabilirsiniz...

Yanlış anlaşılmasın, kesinlikle ve kesinlikle yurdumun
hayal kırıcı bir oranına sahip kesminden bahsetmiyorum ben.
Teknolojinin nimetlerinden uydu yayınlarını izlediyseniz,
herhangi bir yabancı kanalda rastlamanız çok olasıdır onlara.

Garip garip şeylerle uğraşan, midenizin çoğunlukla
kaldırmayacağı yarışmalarda boy gösteren, evinin bir
bölümünü yıkıp da çok "postmodern" bir edayla anaokulu
köşesine çeviren, evcil hayvanını tıpkı bir insana
beslenebilecek bir şefkatle şekilden şekle sokan ve
son olarak da (ki bu bence en çarpıcısı) kitabevlerinin
raflarını doldurup taşıracak kadar bir azimle
"kişisel gelişim kitabı" adı altında kağıt ve mürekkep
israfına sebebiyet veren (ki bu sonuncusunu televizyonda
pek sık göremezsiniz) kişilerdir bunlar. Quantum Düşünce,
Quantum Başarı, Quantum Kodlama, Quantum Diyeti, Quantum'lu
Konak vb. bu gereksizliklerin peşinde koşup sıkıntısını
bu kitapları alıp okuyan diğer insanların
sırtından çıkaran bu "İşsizler"e kanmayın, ince eleyip
sık dokuyun.

Quantum'u ağzına/kalemine pelesenk edip de ne olduğundan
bihaber olan bu arkadaşlara üç doz Max Planck ve bir
doz da Erwin Schoeredinger(kedisi değil, bizzat kendisi)
öneriyorum. Siz Ferrari'nizi kime satarsınız
bilmem ama bana satamazsınız arkadaşım - böyle ticari
oyunlarla "bilge" olunmaz. Her haltın altında "Sır"
arayanlara da Carl Sagan ve Isaac Asimov öneriyorum - ya da
iyisi mi siz peri masallarında yaşamaya devam
edip o "başarı öyküleri"nizle kendinizi kandırın:
Böylece istatistiği reddedip başarısız olan çoğunluğu
hiçe sayın ve bundan para kazanın.

Kalın sağlıcakla...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Kıllanı-yorum

İnceden kıllanıyorum arkadaş...

Suyu şaraba çeviren İsa ile etini ekmeğe çeviren İsa
arasında bir Solificati ile bir Verbena arasındaki kadar
fark olabilir mi? Üstelik bu zat-ı muhterem bir marangoz...

Bu nasıl multi-class?

Peki 1280 yıl önce doğan Horus ne yapsın?

Ayıp değil mi?

Kıllanıyorum inceden.

Saygılar...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Kızı-yorum

Ben bu Almanları düşündükçe kızıyorum arkadaşım...

Ulan Protestan Kilisesi'ni devşirerek Reform yapan
da sizsiniz, Cadıların Çekici diye kitap yazıp
milleti cadı diye yakan da sizsiniz.

Bu ne dengesizlik kardeşim?

Saygılar...

Tespitler ve Eleştiriler - 2

Tekrar selam...

Bu aralar dikkatimi çeken bir şey var:

Okuduğum karikatür eksenli mizah degilerinde
ilginç bir gelişme baş gösterdi.

Karikatür yardımıyla mesaj vermek misyonunu
üstlenmiş insanların bile daha çok "köşe yazısı"
kıvamında yazılarla bir şeyler anlatmaya çalıştığını
gördüm. Hatta bazı dergilerde neredeyse karikatür
köşeleri kadar yer kaplıyor bu tür bölümler.

Demek ki insanoğlu yine eskiye dönüyor ve düz yazı
ya da şiirin verdiği özgürce yorumlama, karşılaştırma
ve zihninde ölçüp biçme lüksüne geri dönüş yapıyor.
Günümüz medyasının allanıp pullanıp hazır yorumlanmış,
devşirilmiş ve afiyetle yutulmaya hazır superfresh kıvamının
bir yere kadar etki ettiğini görebiliyor aklı başında
insanlar. Hele hele internet denen ortamın nasıl
manipülasyona açık ve bu bakımdan tehlikeli olduğu
gerçeği, bazılarını kendine getirmiş gibi görünüyor.

Biraz iyimser olmaya mı çalışıyorum nedir..?

(Bu sözlerim size; oynattığı oyun hakkında hiçbir şeyden
haberi olmayıp onu karman çorman edip biyerlerinden
sistem uyduran hikaye anlatıcısı ve oynadığı karakterin ve
seçtiği yolun nereye gittiği konusunda en ufak bir fikri
olmayan, "şunun olayı neydi ya..?" diye çıkış yapan oyuncu.
Azıcık okuyun da öğrenin, ondan sonra bilmediğiniz şeyler
hakkında ahkam kesmezsiniz belki...bir ihtimal...)

Saygılar...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Tespitler ve Eleştiriler - 1

442 Kodlu EGO Havalimanı otobüsü...

Saat akşamın 9'u...

Teyzem ayaklarını önündeki boşlukta duran
bavulunun üzerine uzatmış, ne hikmetse yanında
değil de diğer cam kenarındaki ikili koltuğa
yayılmış bir amca ile konuşuyor:

"Şu otobüslere bi televizyon koymadılar, Hikmet Bey.
Koysalardı şimdi ne güzel 'Yaprak Dökümü'nü izlerdik."

Teyzem haklı...

"Teknoloji de pek ilerledi üstadım; artık tüm dünya
cebimizde (tabii canım; ayda 150 milyona saniyede
12 kare "yüksek teknolojili" 3G). İstersen televizyonda
maç izle (ancak o işe yarar zaten) istersen eş-dost
ile sohbet et (kahvehane gibi, mis)..."

Şimdi ben şahsen bu zihniyetlere bakınca içimde bir
kaşıntı oluşuyor. Teyzenin yaşına bakıyorum: 60-65,
amcanın yaşına bakıyorum o civarlarda. Yahu sizin,
"bizim zamanımızda..." diye başlayıp "ya biz işte
böyle zorluklarla geldik bu günlere..." diye bitirmeniz
gereken cümlelerde neden zamanın yeni-yetme tüketim
canavarlarının tadını alıyorum ben? Ayrıca teyzeciğim,
Yaprak Dökümü'nü okudun mu bilemem (şaşırdınız mı yoksa:
o aslında roman gençler...) ama okuduysan da pek bir
yararı olmamış sana. Diyebilirsiniz ki "belki teyze
yokluk nedir bilmemiş, görmemiş; gayet rahat yaşamış
bu güne değin...". "İyi de o zaman EGO'da ne işi var
arkadaşım?" derim ve bu konuyu burada kapatırım.

Saygılar.

İlk defa...

Merhabalar...

Bu buradaki ilk yazım olacak. Olur da birileri okursa ve
yorum yapmak için zaman ayırırsa diye yazıp çizmek istedim.

İsim çok klişe mi geldi? Biraz öyle aslında ama çok eskiden
beri kullandığım bir ünvan bu benim. Masal anlatmayı ya da
dinlemeyi sevdiğimden değil ama insanların bu dünyaya biraz
masalsı bakabilenleri ile aynı kafadanım sanırım. Giriş yazısı
yazmayı da beceremediğimi fark etmişsinizdir zaten. Ne yapalım,
böyle...

İnternet ile erken, fakat internetin getirileriyle geç tanışanlardanım.
Blog adı verilen ve büyük olasılıkla bilgisayar denen nanenin
tembellik anlamına gelmesinden dolayı bir kısaltma olması
muhtemel (merak edip de araştırmadım ne hoştur ki) bu yazım-
çizim alanı, aslında bir çeşit mektup özelliğinde. Tabii Blog'u
da suistimal edenler yok değildir ama mektuplardaki mahremiyetin
çok modernize ve yeni bir anlam kazanmış hali olsa gerek. Biemiyorum...

Bu yaşıma kadar - ki o kadar yaşlı değilim sanırım - insanların
içinde fırtınalar kopartan (Ebru Gündeş hariç) pek çok ihtiyacı
olduğu kanısına vardım. Bunlardan biri de özgür eleştiri yapmak.
Özgürce, kim ne der psikozuna kapılmadan ve bazen de pervasızca
eleştirebilmek pek az rastlanan bir lüks. Elbette bu lüksün sınırlarını
eleştirilenler çiziyor. Hıncal Uluç fenomenini bir kenara bırakırsak,
eleştirinin dozunu ve içinde bulunulan durumun tespitini tek bir
şey belirliyor o da mahremiyet. Hasılı, eleştirileriniz zihninizde
patladığı sürece sorun yok.

Acaba gerçekten de öyle mi?

Bu soruyu yıllardır soruyorum kendime. Bu kısa açıklama, arada
sırada burada değinebileceğim konuların alt yapısını oluşturmak
adına bir adımdır. Bence burada yazılanları okumaya değer bulursanız
siz de bu soruyu kendinize sormalısınız.

İyi akşamlar.